1
Yani, "Dünya
öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin." Çünkü, fani ve geçici olduğundan
kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar
ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. Hem demiş:
2
Yani, "İki
cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına
karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele
etmektir." 5
Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet
var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet
gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar
vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, manevî bir
nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen
ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu
mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı
hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.
Câ-yi dikkat bir hadise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak
gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i
salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı,
hürmetkârane medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,
3 dedim. O zamandan beri hayat-ı
siyasiyeden çekildim.
BEŞİNCİ VECİH: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik
gayet muzır olduğunu beyan eder.
Eğer denilse: "Hadiste,
4 denilmiş. İhtilâf ise
tarafgirliği iktiza ediyor. Hem
tarafgirlik marazı, mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor.
Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avamı
ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini
kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla
tezahür eder."
Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, her
biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve
iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise
-ki garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır- hadisin
nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce
olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefs hesabına olan tarafgirlik,
haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü,
garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım
edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil
tarafa melek gibi bir adam gelse, ona —hâşâ— lânet okuyacak derecede bir
haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr
ise, maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilâf eder.
Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat
tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına
hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i
hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım
gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz.
Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider, kabil-i iltiyam
olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir.
Elhasıl: 1 olan
desatir-i
âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak
meydan alır. Evet,
demezse, o düsturları nazara
almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. |
Câ-yı ibret bir hadise: Bir vakit, İmam-ı Ali radıyallahü anh bir kâfiri yere
atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri
bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"
Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim.
Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim."
O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem
dininiz bu derece sâfi ve halistir; o din haktır" dedi.
Hem medar-ı dikkat bir vakıa: Bir zaman bir hakim, bir hırsızın elini kestiği vakit
eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden
azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u ilâhî hesabına kesse idi, nefsi ona
acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda
kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş
görmemiştir.
Câ-yı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı
ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî
adavetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en
bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye
hizmet dava edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan
hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp düşmanların hücumuna
zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeye bir hıyanettir.
Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan
aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli
adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir
kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adaveti unutup,
omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adaveti
hatırlarına getirmezlerdi.
İşte ey mü’minler!... Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz
vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?
Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı
tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken, onların
hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde
olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inat, hiçbir cihetle ehl-i imana
yakışır mı! O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün
âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar, birbiri içinde
size karşı zararlı bir vaziyet alan
birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi
düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an,
uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adavetlerle ve
bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı
İslâmiye olduğunu bil, ayıl.
Ehadis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve
Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları,
İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle
nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına
alır." 3
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek
isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden
zalimlere karşı
1 kal’a-i kudsiyesi
içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de
hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle
boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine
karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla
oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman!
İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe
iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız
varsa,
2 düstur-u âliyeyi
düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden
kurtulunuz.
ALTINCI VECİH: Hayat-ı maneviye ve sıhhat-i
ubudiyet, adavet ve inad ile sarsılır. Çünkü, vasıta-i halâs ve vesile-i
necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde
hasmına tefevvuk ister. Hâlisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz.
Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte,
ef’al ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve
adavetle kaybolur. Şu Altıncı Vecih çok uzundur. Fakat kabiliyet-i makam
kısa olduğundan, kısa kesiyoruz. |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder