Pages

Qereqoçani

Qereqoçani
Qereqoçani

Bediüzzaman Said NURSİ'nin Uhuvvet(Kardeşlik) çağrısı.(2) Bu çağrıya değil sadece Türkiye, bütün İslam alemi kulak vermelidir. -devam edecek-

31 Ocak 2014 Cuma

ÜÇÜNCÜ VECİH: Adalet-i mahzayı ifade eden
 11  sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair masum sıfatlarını mahkum etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adavetini teşmil etmek,  2 siga-i mübalâğa ile gayet azim bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?
Hakikat nazarında sebeb-i adavet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikas etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikas etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur"  3sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, masum bir kardeşine ve taallûkatına adavet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikat-bîn isen anlarsın.
DÖRDÜNCÜ VECİH: Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:
Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.
1
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.
Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur...
2  hükmünce, mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leim bile olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise,
   

 Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adavet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i ilâhiyeye zulmeder, 
tecavüz eder. Çünkü, kin ve adavet ile nefsini bir azab-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adavet hasedden gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fanidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i ilâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Acaba bir gün adavete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefs ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fani, zail, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırs ile ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, siga-i mübalâğa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adavete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikat-bîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:   






City University of New York Sosyoloji Profesörü Dr. Mücahit Bilici’nin Risale-i Nur'u sadeleştirme çıkışı.

Risaleyi sadeleştirmek candamarı kesmektir

City University of New York Sosyoloji Profesörü Dr. Mücahit Bilici’nin sadeleştirme yorumu…
Risale Haber-Haber Merkezi

City University of New York Sosyoloji Profesörü Dr. Mücahit Bilici, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin geleceğin hukukunu zayi etmek olduğunu söyledi. Yakın bir zamanda Türkiye’nin dilinin Risalece olacağına dikkat çeken Bilici, “Risale-i Nur Yeni Türkiye’nin, İttihad-ı İslam'a hizmet edecek Anadolu insanının gelecekteki dilidir” dedi.

İşte Mücahit Bilici’nin “Sadeleştirmenin görünmeyen cinayetleri” başlıklı yazısı:

Nasıl ki zaman ihtiyarlandıkça, Kur’an gençleşiyor, öyle de üstümüzdeki gaflet ve istibdat perdeleri yırtıldıkça Risale-i Nur’a daha çok yaklaşıyoruz. Evet, Risale-i Nur ile olan ilişkimiz bir yaklaşma ve varma ilişkisidir.

Bugün karmaşık yahut fazla görünen yarın sade ve tam kıvamda görünecektir. Nasıl ki kaderin hükmü uzun vadede ortaya çıkar ve kısa vadeli bakan insana kaderin pek çok güzellikleri şer veya çirkinlik olarak görünür. Hadi bilemediniz, en iyimser haliyle kesafet ve karışıklık olarak görünür.  Öyle de bir esere yaklaşırken insanin fehmi kendine çok itimad ederse istifadede nakıs kalır. Okuduğu eserde, fehminin mevcut havsalasına sığmayan unsurlar fazlalık ve karmaşıklık olarak görünür. Ünsiyeti kesb için gayret edeceğine yani fehim ve havsalasını mütevaziyane inbisatettireceğine, kalkıp kendi fehminin bıçağı ile o eserde mütehakkimane ameliyat yapan, kesafeti izale için, yabanilikleri ayıklayan bir insanın, yaptığı şey o eseri daraltıp, düşürüp, sadece kendine muhatap hale getirmektir.

Şu halde, sadeleştirme bir libasta terzilik değil, cilt ve hatta azalarda tasarruf yani bedende kasaplık demektir. Ortaya çıkan (yani geriye kalan) eser için, tasarruf sahibi işte benim fehmim(yani bana yansıdığı haliyle Parıltılar) diyebilir, buna hakkı var. Ama o kendi payına düşen Parıltılar’aLem’alar diyemez. Derse haksızlık eder, hırsızlık eder.

SADECE-LEŞTİRME

Yalnız cihanşümul kitaplar, kalıcı kitaplardır. Hangi zaman veya mekanda yazılmış yahut söylenmiş olursa olsun, zaman ve mekanın kayıtlarından çıkabilen eserler evrensellik kazanırlar. Ve evrenselliğe ulaşan, yani bu dünyada bir nevi bekaya mazhar olan her eser, bilaistisna bir sanat eseridir. Kur’an-ı Azimüşşan gibi evrensel bir hitap ve onun ayinesi ve tefsiri olan Risale-i Nur, birer sanat eseridir. Kur’an ve ona insanları yaklaştırmak için yakınlaşan şeffaf tefsirler, ayine eserler, çok-boyutlu olurlar. Onlardan gıdalanan muhatap tabakaları pek çoktur. Muhatap tabakalardan birinin keyfine göre onları “düzeltmek” belli bir zaman ve fehme indirgemek onların sanat eseri olarakmahiyetlerine bir tecavüzdür. Yani bekaya merbut bir şeyi faniliğe düşürmek gibidir. Sözü hûdadan alıp hevanın eline vermek gibidir. O kitapta her şey, sadeleştirene bakan veçhesi hariç, helaka uğratılmış olur. Şu halde, kitabı sadeleştiren gelecekten çalmıştır. Geleceği, şimdinin tahakküm ve asimilasyonu altında ezmiştir. O eser, istikbalin hukukunu zayi etmiştir.

Zira, Risale-i Nur’daki dilin fazlalıkları bizim sonramız ve bizden sonrakiler içindir. Zahiren kesafet, tekrar ve karmaşıklık olarak görünen şeyler, bizden sonraki ve bizden baksa şimdikiler içiniddihar edilmiş kelimeler ve manalardır. Risale-i Nur sadece bir kitab-ı fikir değildir ki ondaki kimi tekrarlar “fazla” yahut “lüzumsuz” olsun. Bir kitab-ı zikir için o tekrar zaruridir. Sadeleştirme hangi cenahtan gelirse gelsin inhisar neticesi doğurursa hakka tecavüzdür. Risale-i Nur’ları sadece bir akıl kitabı yahut bir kalp kitabı olarak okumak mümkündür. Sadeleştirme avamileştirmeye münhasır değildir. Bir feylesofun Risale-i Nur’u sadeleştirmesi de aynı şekilde bir çoraklaştırma olurdu. Gıdasını sadece akla veren, kalp ve duyguları eli boş gönderen bir sadelik olurdu. Sadeleştirme esasen sadeceleştirmedir. “Sadece benim fehmim”in kitabı haline getirmektir.

PARÇADAN BÜTÜNE

Evet, mürur-u zaman, evrenselin üzerindeki lokal perdeyi yavaş yavaş kaldırırKaderin ekranında bütün güzelliğiyle arz-ı endam eden bir sanat levhası, zamanın ve gafil insanin cüzi nazarının perdesiyle yahut kesif lensleriyle bir karaltı yahut bir karmaşıklık olarak görünebilir. Zamanın geriye sayan saati bizleri asla rücu ettiriyor. Yani geldiğimiz yere geri dönüyoruz. Okuduğumuz kitaba yaklaşıyoruz. Zaman geçtikçe hakikat açığa çıkıyor, Kur’an dinçleşiyor. Yani cüzi’den külliye dönüyoruz. Eksik gördüğümüz ve dolayısıyla manalandıramadığımız, fazla sandığımız, engel yahut şer gördüğümüz görüntüden, tam ve hakikaten anlamlı olan fotoğrafın letafetli bütününü görmeye doğru bir yolculuk yaşıyoruz. Bu sebepledir ki geleceği hesaba katmadan an’ı yaşamak insan olarak bize yakışmıyor.

GELECEĞE DÖNÜŞ

Risaleleri sadeleştirmeye teşebbüs edenler, ileride kan dolaşımında çok ihtiyaç duyulacak hangidamarları kestiklerinin, ilerideki muhtelif inşikaklardan kurtulmak için üzerinden geçilecek hangiköprüleri yıktıklarının farkında değiller. Evet, bir iddiam var: Risale-i Nur Yeni Türkiye’nin, İttihad-ı İslam'a hizmet edecek Anadolu insanının gelecekteki dilidir. Bu dil, bir nevi Osmanlıdır. Ama geçmişin Osmanlıcası değil, geleceğin Osmanlıcasıdır. Nasıl ki Kur’an Arapça dilini yeniden tanımladı. Öyle de Risale-i Nur, Türkçe’yi yeniden tanımlamıştır. Bu tanımlama gerçekleşmiştir ama yansımaları henüz bütünüyle görünür değildir. Şu an ancak bir iddia olarak görülebilecek bu gerçeğin mahiyeti ileride daha net görülecektir. Evet, yakinim odur ki gaflet ve istibdat perdelerizaleoldukça Türkçe bir dil olarak tasaffi edip Risalece olacak. Kur’an’a yaklaştıkça dilimiz Risalece olacak. İttihad-ı İslam’ın sath-i mailine girdikçe dilimiz Risalece olacak. Türklerin ve Kürtlerin uhuvveti sıhhat bulup tazelenince sümbül verecek dil Said Nursi’nin kırık Türkçesi, yani Osmanlıcaya pek uymayan garip ve leziz bir Osmanlıca, yani Risalece olacak.

TÜRKİYE’NİN DİLİ RİSALECE OLACAK!

Şimdiden bunun emareleri görünüyor. Umum dindarlarda Risalelere hürmet ve alaka artmıştır. Dindar veya değil, ekser Türkiye entelijansiyasinin Risale-i Nur karşısındaki kibirleri yıkılmıştır. Ayrıca,Osmanlıca’ya dönüş her kesimde var. Bu memleketin aklı başında olan solcuları dahi Osmanlıca ile müsalaha ettiler. Akademideki bazı solcular, milliyetçi dindarlardan belki daha ziyade Arapçaya alakadarlar. Her cenahtan Risale-i Nur diline bir yürüyüş var. Belki on yıl belki yirmi yıl sonraTürkiye’nin dili Risalece olacak. Türkiye sömürgelikten halas olduğunda, Türkçe sadece Türklerin değil, aynı zamanda Kürtlerin dili olduğunda ve Kürtçe (aynı vatanı paylaşmanın hukuki vergisi ve manevi zekatı çerçevesinde) herkes için bir parça tanıdıklaşıp normalleştiğinde, Türkçe biraz dahaKürtçeleşecek. Güneydeki kardeşlerimiz zincirlerini kırdıklarında, Asya kıtası uyandığında ve dünyanın dengeleri Arapçayı daha bir merkeze taşıdığında Arapça, Türkçeyi biraz daha Arapçalaştıracak. Farsçayla, Azericeyle komşuluğumuz derinleştiğinde, Türkçe daha bir Farsçalaşacak ve Azericeleşecek. Ve neticede, ortaya çıkacak olan dil şu an hameleliğini Nur talebelerinin yaptığı dil olan Risale-i Nur dili olacak.

İşte sadeleştirme yaptıklarını sananlar bir candamarını bilmeden kesiyorlar. Kürtler ve Türklerin kesişim noktasındaki köprü-dili, köprünün bir tarafına ricat ile havaya uçuruyorlar. Şimdinin rahatı için gelecekten çalıyorlar. Kader de bazen zalim beşerin eliyle bizlere adalet ediyor. “Hakim seni sirkatle mahkum edip hapsetti. Halbuki sen sarık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var.”

DİLİPAK Fetullah GÜLEN üzerinden Said Nursi'yi eleştirmesine karşı Abdullah CAN cevap verdi.

21 Ocak 2014 Salı

Abdullah Can / Araştırmacı


    

Dilipak, ne demek istiyor?

20 Ocak 2014 Pazartesi 01:30
Abdurrahman Dilipak Bey, 15 Ocak 2014’te Osmaniye Aktif Gazeteciler Cemiyeti’nde bir konuşma yaptı. Gündemi değerlendiren Dilipak, AKP’ye karşı girişilen uluslararası operasyonu ve Başbakan’ın tasfiye planlarını anlatmaya çalışmış. Bu tür değerlendirmeleri, 7 Şubat 2012’den beri çok defa okuduk ve halen de okumaktayız. Malum, gündemin belirleyici olayı ya da olayları ne ise, değerlendirmeler de ekseriyetle o minval ve o paralelde olur. Her ne ise, ben farklı bir parantez açacağım... 
Abdurrahman Bey, zikri geçen konuşmasında, güzel ve anlam yüklü bir söz sarfetmişti. Neydi o söz: “Zalimler karşısında tevazu zillettir.” Bu söz, birden bana Said-i Nursî’nin sözlerini çağrıştırdı: “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”, “İzzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.” Evet, Abdurrahman Bey’in sarfettiği söz ile Said-i Nursî’nin sarfettiği bu iki cümle arasında güzel bir uyum ve mükemmel bir kompozisyon vardır. Buna da her ne ise... asıl konuya geleyim; yani Abdurrahman Bey’in Said-i Nursî’ye desimetrik ve dekompozisyonel çıkışına: 
Efendim, Sayın Dilipak’ın son günlerde okuduğum yazılarından birkaçı beni rahatsız etti. Zira yazılarında Said-i Nursî’ye üstü kapalı ve haksızca bir hücum sözkonusu; güncel ifadesiyle tam bir karartma ve itibarsızlaştırma. Külliyat’ı 3 defa okumuş birisi olarak, Dilipak’ın yazdıklarıyla Üstad’ın yazdıklarının arasında –bu yazılarına ilişkin olarak– bir telif yapamadım ve kendi ifadesiyle, “45 yıllık gazeteciliğine” de yakıştıramadım. Vefat etmiş bir İslâm âlimine dair kendi kafasındaki şablonu ya da kafa karışıklığını yazıya dökmesine; bunun üzerinden başkalarının da kafasını karıştırmasına bir anlam veremedim
Dilipak, Sikke-i Gaybî’yi (doğru ismi Sikke-i Tasdik-i Gaybî’dir) diline dolayacağına keşki Yirmiikinci Mektup olan “Uhuvvet Risalesi”ni okusaydı; keşki Yirminci Lem’a olan “İhlâs Risalesi”ni okusaydı, keşki İngiliz emperyalizmine karşı yazdığı “Hutuvvat-ı Sitte”yi okusaydı, keşki Kemalist diktatörlere karşı yazdığı “Es’ile-i Sitte”yi, “Yirmiikinci Lem’a”yı ve “Hücumat-ı Sitte”yi okusaydı, keşki insî ve cinnî şeytanlara karşı yazdığı “Onüçüncü Lem’a”yı okusaydı, keşki İslâm âleminin başat problemleri ve onların çözüm yollarını gösteren “Hutbe-i Şamiye”yi okusaydı, keşki Peygamberimizin Sünnet-i Senniyesinin anlatıldığı “Onbirinci Lem’a”yı okumasaydı, keşki içtihada ve sahabelerin faziletine dair iki mevzuyu ihtiva eden “Yirmiyedinci Söz”ü okusaydı... okusaydı da, Sikke-i Gaybî üzerinden Üstad’ı itibarsızlaştırma yönüne sapmasaydı. 
Dilipak Efendi, 09 Ocak 2014 tarihli “Uslüp Meselesi” adlı yazısında,Fethullah Gülen’i eleştirirken, onu Said-i Nursî ile ilişkilendirerek okuyucusunun zihninde tersten bir Said-i Nursî algısı oluşturmaya çalışıyor. Tam bir psikolojik harp taktiği... Şöyle diyor: “(F. Gülen), İslam’ın Sünni-Hanefi görüşlerini Said Nursi’nin görüşleri ve kitapları Risale-i Nur ışığında şekillendirdi.” Bir sefer kökten yanlış, hatta yalan bir lafız. F. Gülen, Üstad’dan yararlanmıştır, ama hiç bir zaman “Ben Nurcuyum” dememiştir; telkin etmemiştir. Said-i Nursî, Şafiî mezhebindendir, Hanefi değildir. Hoca’nın görüş ve fikirleri de Risale-i Nur ışığında şekillenmemiştir; beslenme havzası çok farklıdır. Zaten Dilipak da, bir sonraki paragrafta, kendi kendini çürüten bir ifadeyle bunu doğrulamaktadır. İşte: “1990 sonrası Risale-i Nur çizgisinden ayrılarak kendi çizgisini oluşturmaya başladı. Zaten ilk başından beri Said  Nursi Kürt olduğu için ona mesafeli duran bir bakış açısı vardı.” demektedir. O halde, Dilipak’ın amacı ne? F. Gülen, üzerinden Said-i Nursî’yi sıkıştırmak, ona karşı kara propagandası yapmanın manası ne? 
Gazını alamayan Dilipak Bey, 10 Ocak 2014 tarihli “Sikke-i Gaybî” başlıklı yazısında, Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabına dair söylediği “Risale-i Nur’un ehemmiyetini ispat edip şakirtlerini şevke getiriyor, kuvve-i mâneviyelerini ziyadeleştiriyor.” ifadesini iktibas ettiği halde, her nedense, “Sikke-i Gaybî aslında Ahmed-i Hani’nin öğretisine mi dayanıyor.” gibi bir saçma ve istifhamî bir ifadeyle, kendi 45 yıllık yazarlık karizmasını çizdirtiyor. Yazık, hem de çok yazık! Ahmed-i Hanî’nin öğretisi bellidir ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de işlenilen konularla hiç bir alakası yoktur. Arzu ederlerse Kültür Bakanlığı’nın Kürtçe-Türkçe neşrettiği Mem û Zîn nüshasına bakabilir. 
Defaatle okuyan birisi olarak söylüyorum; Mem û Zîn destanında, yazar Ahmed-i Hanî, Allah ve Peygamber’e dair uzunca bir “övgü” girişi yaptıktan sonra, asıl hikâyeye, yani Mem ile Zin’in aşk serüvenine girişmiştir. Destan, muhteva olarak aşkı (mecazi-hakiki), iyiliği, doğruluğu, suçsuzluğu, zayıflığı, çaresizliği ve Allah’a sığınmayı Mem ve Zîn'in şahsında toplarken; kötülüğü, dalkavukluğu, fitneciliği ve ikiyüzlülüğü de Beko karakterinde somutlaştırır. Genel olarak ta Kürtçeyi küçümseyenlere ve Kürtlerin aşktan anlamadığını iddia edenlere Ahmed-i Hanî Hazretlerinin vermiş olduğu güzel bir cevap niteliğindedir. Bunu, okuyanlar bilebilir, duyanlar değil... 
Dilipak’ın, “Hafız Osman İlhami Karakurt, Mem û Zin’i tercüme ederken, aslında Mem û Zin’in bir aşk hikâyesi olmadığını, sırlar kitabı olduğunu, leduni bir derinliğe sahip bulunduğunu, keşiflerin satır aralarına gizlendiğini söylüyor.” cümlesinden hareketle, Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabını Mem û Zîn öğretisine –ki yukarıda yazılış maksadını ve muhtevasını belirttik– bağlaması da bir fecaat. Zira bu iddia, Hafız Osman İlhami Karakurt’a ait olup, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yle ilişkilendirmesi sözkonusu değildir. İlişkiyi kuran, Abdurrahman Bey’in kendisidir. “Kıyas-ı maalfarık” dediğimiz tam bir ilişkisizlik paradoksu... 
Abdurrahman Dilipak’ın, “Said Nursi’nin ders aldığı Ahmed-i Hanî’in, keşiflerini Mele-i Cezerî’den aldığı ifade edilmektedir.” cümlesi de zorlamalı ve yazarlığına yazık ettiren bir saptaması, daha doğrusu saplantısı... Bir sefer, Said-i Nursî’nin çocukluğunda Bazîd’de (Doğu Beyazıt) medresede okurken, bir süreliğine onun türbesine kapandığı ve hatta halk tarafından “Ahmed-i Hanî’nin feyzine mazhar olmuştur” denilmesine rağmen, Bediüzzaman’ın hiç bir eserinde Ahmed-i Hanî’den bir alıntıya rastlayamazsınız. Kürtçe alıntılarını da, daha çok Ahmed-i Cezerî ile Mela Ahmed-i Siirdî’den yapmıştır
Öte taraftan, Said-i Nursî (1877–1960), Ahmed-i Hanî (1650–1709) ve Cezerî (1570–1640) yılları arasında yaşamışlardır. Bu tarihlere rağmen, bunları birbirine talebe-hoca etmenin mantığını da yoktur. Dolayısıyla, “Ahmed-i Hani’in, keşiflerini Mele-i Cezeri’den aldığı ifade edilmektedir.” sözü boş bir iddiadır. Hangi keşiflerdir, Dilipak onu da belirtseydi ya! Demek, tamamen kafa karıştırmaya yönelik Abdurrahmanvarî bir hamle... ya da “At çamuru, tutmasa da iz bırakır” zihniyetini yansıtan bir karalama teşebbüsü... 
Dilipak’ın, Ahmed-i Cezerî için, “Aslen Cizreli Kürt âlim, mutasavvıf ve şâiridir. Ailesi Kürtlerin Buhtî aşiretindendir.” cümlesi de sorunludur. Şair ve mutasavvıf olduğu bir gerçek; ama Buhti aşiretinden değildir. Buhtî, Botan’ın farklı bir versiyonu olup, bir yöre adıdır. Botan çayı havzasının tamamı için bu ifade kullanılmaktadır; yoksa Ahmed-i cezerî’nin aşiretinin adı “Bextiyan/Bahtiyan”dır
Tekrar ediyorum; bu zatların yaşadıkları yıllar, kullandıkları dil, yoğunlaştıkları konular, ve hedef kitleleri birbirinden farklı ve ilişkisizdirler. Sır ve keşfiyatların peşine de düşmüş değillerdir. Risale-i Nur Külliyatı, Mem û Zîn ve Ahmed-i Cezerî’nin “Divan”ı ortadadır; bakılabilir, karşılaştırılabilirler. Buna rağmen, hududunu aşarak, bu zatları –nihayette– götürüp Muhyiddin-i Arabî’yle temas ettirmek ve Muhyiddin-i Arabî için de, “Arabî’nin fikirleri Kabbalanın şekillenmesinde etkili oldu.” demek, tam anlamıyla bir hürmetsizliktir. Kabbala gibi Siyonizm’in gizemli ve sofistike bir tarikatıyla bu zatları ve öğretilerini ilişkilendirmek, sadece haddini tecavüz ile izah edilebilir
Sayın Dilipak, 15 Ocak 2014 tarihli “3 koldan Saldırı” yazısında da –rahatlamamış olacak ki– aynı muhtevadaki hezeyanları yeniden döktürmüş. Ortalığın toz ve dumana büründüğü bu kavgalı ortamdan yararlanıp Cemaat ve başındaki şahsın üzerinden Said-i Nursî, Ahmed-i Hanî ve Cezerî’yi vurmaktan Sayın Dilipak ne haz duyuyor ve hangi maksada hizmet ediyor, anlayamadım. Tipik bir fırsatçılık gibi gelen bu sataşmalarını, bir zamanlar Merhum Ercüment Özkan icra ediyordu. Acaba diyorum, Sayın Dilipak bayrağı ondan devir mi almışlar? Allah’ın, “Hiç kimse bir başkasının günah yüküyle (mesuliyetiyle) sorumlu kılınamaz.”(İsra: 15) ayetine rağmen, bu cüretkârlığa pes doğrusu... 
Mesela Dilipak’ın şu paragrafını nasıl okumalı? Okuyun ve siz karar verin: “Said Nursi’nin bilgisini Ahmed-i Hanî’den aldığını biliyoruz. Ahmed-i Hanî’nin eserini şerh edenler, Cemaatin yorumunu reddediyorlar ve tam tersi şeyler söylüyorlar ve bunu da aynı zamanda Ahmed-i Hanî’nin referans gösterdiği Cezerî’nin divanına dayandırıyorlar.. Onun eserinin yorumu da çok farklı şeyler söylüyor.. Şunu söyleyeyim, bu iki yorumdan çıkan sonuç da bu işin sonucunun umudunuz, beklentileriniz istikametinde değil, korktuğunuz gibi olacağı.. 2014’de ilişkin yorum yapan bağımsız kâhinlerin yorumları da Evengalişhleri ve Kabbalistleri doğrulamıyor!” 
Allah aşkına, bu kafa karışıklığı, tam da “(O cinî ve insî şeytanlar) İnsanların kalplerine vesvese verirler” (Nas: 5) ayetine masaddakın bir ifadesi değil midir? Ve yine Allah aşkına, yaşlarını aldıkça daha bir kemalat beklediğimiz kimselerin bu ateh getirici ifadelerine bir Müslüman nasıl evet diyebilir? Senin kavgan Cemaatle ya da Fethullah Gülen’le ise, söyler misin, bu zatların bu işte methali ne? Ne istiyorsun bu müteveffa zatlardan? 
Sayın Dilipak, kendileriyle yaka-paça olduğu Cemaatin de, Hoca’nın da çok sayıda avukat ve savcısı vardır; amma zahir halde, gıybetlerini yaptığı ve karaladığı zatların herhangi bir avukat ve savcıları yoktur. Onlar kendilerini müdafaa edemezler. Ama unutmamalı ki onların sahibi Allah’tır ve savunmalar da O’na aittir. Benim bildiğim Dilipak, diline hâkim ve nezafet-nezahete dikkat eden bir şahsiyetti; ne oldu da dilini paklıktan nepaklığa tahvil eyledi? O ki, bir zamanlar katı Kemalist Toktamış Ateş’le bile güzel-güzel geçinirken, al gülüm-ver gülüm yaparken, milyonların kalbinde yer etmiş bu Müslüman âlimlerden ne istiyor; izahı var mı? Onlarla hiç mi bir ortak paydası yoktur? Bu kadar yıldır gerek şahsına, gerekse yazı ve kitaplarına hüsn-ü zan besleyen bizleri aleyhine sevketmesi kâr-ı akıl mıdır? 
Sözün özü; âlimler bütün ümmetin ortak değerleridir. Birilerinin onları referans gösterip kendi emellerine alet etmesi, onların değerine halel getirtmez. Bu dünyada alet edilemeyecek hiç bir değer yoktur; önemli olan ölçülerde hatta yapmamaktır. Malum ya, Bektaşi’ye sormuşlar: “Niçin namaz kılmıyorsun?” O demiş: “Kur’an’da, ‘Namaza yaklaşmayın’(Nisa: 43) ayeti vardır.” Tekrar sormuşlar: “Ayetin devamını da, okur musun?” Bu kez, (işine gelmediği için) “Ben hafız değilim!” demiş ve ayetin diğer yarısı olan “Sarhoş iken”(Nisa: 43) kısmını okumaktan imtina etmiştir. 
Demek, ayeti de alet etmek mümkün olabiliyor. En iyisi, Bektaşilik yapmamaktır! Yani ayeti doğru ve eksiksiz okumaktır. O halde gelin, öyle okuyalım: “Ey iman edenler! Sarhoş iken, namaza yaklaşmayın!” (Nisa: 43)
Allah akıl ve izan versin...

Mehmet KIRKINCI, F. GÜLEN'e değil, Tayyib ERDOĞAN'a destek verdi.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Mehmet KIRKINCI Hoca'nın  Risale haber deki yazısı 
Nur talebelerinin mevcut meselelere ve siyasete bakış açısı üstadımızın aşağıdaki ifadelerinde yer almaktadır:
“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.”
(Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 568)
On bir yıldır bu milletin maddi ve manevi imarına vesile olan sayın başbakanımız ve hükümetimizi takdir ettiğimizi ve hayırlı işlerinde muvaffakiyetleri için dua ve niyazda bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Memleketimiz ve âlem-i İslam’ı sarsan bu fitne ateşinin bir an evvel sönmesi için herkesin üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmesini huzur ortamına kavuşulmasını Cenab-ı Erhamürrahim’den niyaz ederim.

Said Nursi'nin Gayri müslimlere yaklaşımı. Ermenilerle kemal-i memnuniyetle dost olup elele vereceğiz. Arif KOÇER,Münazarat


Yine, Kur’ani bakış açısı, ırk temelinde de hiçbir ayrım yapmaz, çünkü kan, ten ve dillerin farklı oluşu, yaratılışa ait İlahi ayetlerdendir, (Rum, 30/ 22) Bu bağlamda, farklı kavimde yaratılmış olmak, insanın iradesi ile etki edemediği özelliklerdendir, övünme veya yerinme vesilesi yapılmak için yaratılmış vasıflar değildir. ...
Kuran’ın bütün genel hitapları ve asıl tavsiyeleri insanlık ailesi içindir. Allah insanı kendi ruhundan üflediği varlık olarak tanımlar. Irkı, dili, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, insan olarak yarattığı varlığı, Kur'an’da layık görülen bütün değerlere sahip kılar. Hıristiyanlığın aksine, dünyaya gelen her insanın sırtında günah kamburu olmadan, saf ve temiz olarak geldiğini belirtir. Kur'an bir masumun hayatını tüm insanlıkla denk tutan (Maide, 5/ 32, Nisa, 4/ 92- 93) üstün bir bakış açısına sahiptir. Bu hitaptaki kıymet verilen varlık, yalın olarak “insan”dır, vurgu yapılan da, insanın kıymetidir. Hukuk karşısında inanan, inanmayan herkes eşittir. İnsanın vahye teslim oluşu/ Müslümanlığı ile kazandığı değer, fazilet ve ahiret noktasında bir üstünlük olup, dünyevi hukuk açısından bir üstünlük sebebi değildir.
Yine, Kur’ani bakış açısı, ırk temelinde de hiçbir ayrım yapmaz, çünkü kan, ten ve dillerin farklı oluşu, yaratılışa ait İlahi ayetlerdendir, (Rum, 30/ 22) Bu bağlamda, farklı kavimde yaratılmış olmak, insanın iradesi ile etki edemediği özelliklerdendir, övünme veya yerinme vesilesi yapılmak için yaratılmış vasıflar değildir.
Hz. Peygamber (a.s.) in. dezavantajlı gruplardan olan gayrimüslimlerin hukukunu korumak noktasındaki şiddetli tavsiyeleri ve bu konudaki hassasiyeti, çıkış noktası din olan bir adaletsizlikten bağlılarını korumak, onları adil bir çizgide tutmak içindir.
Aslında, aynı Yaratıcının kulları olan, aynı kökenden gelen ve aynı ihtiyaçlara sahip olan insanoğlunun, aynı mertebede tutularak, eşit haklara sahip olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Bu açıdan dünyaya gelen ilk insan ile son insan arasında da fark olmaması gerektir.[1]
Eşitliği bozan ve zulmün ahlaki ve felsefi temellerinden olan bir konu da, kendini büyük ve mükemmel, başkalarını ise küçük ve kusurlu görme yaklaşımıdır. Hâlbuki insanlar ma’budluktan (kusursuz ve tapılacak olmak) uzak olma noktasında da eşit oldukları gibi, yaratılmış ve kusurlu olmak noktasında da eşittirler.
İslam hukukunda eşitlik esastır. Ancak açık bir engel var ise genel kuralın dışına çıkılabilir. Fertler veya sınıflar arasında hukukta eşitliğin ortaya konması için eşitliği gerektiren durumu araştırmaya ihtiyaç duyulmaz, aksine eşitliği bozan bir iddia var ise bunun açık delillerle kanıtlanması gerekir. Eşitliği ortadan kaldıran engeller, gerçekleştikleri takdirde bu eşitliği kaldırmada üstün bir yarar ya da eşitliğin uygulanması halinde bir ciddi bir zarar ortaya çıkacak olması gerekir. Bunun dışındaki tüm durumlarda, İslam hukukunda eşitlik esas ilkedir.[2]
Bu yüzden İslam hukukundaki temel ilkelerden birisi, kimseye (hiçbir şahsa ve hiçbir ırka)  eşitliği bozacak herhangi bir ayrıcalık tanınmamasıdır.[3]
Netice olarak; Ayrımcılık, sadece sahip oldukları etnik kimlik ya da inançlarından ötürü belli insanların ya da grupların, tüm insan haklarını sistematik bir biçimde yok sayar. Tüm insan hakları ihlalleri ayrımcı düşüncelerden beslenir, kaynaklanır.[4] Önyargılar tacize ve mağdurlaştırıcı uygulamalara dönüşebilir. Böylece, hak sahibine hakkı verilmez, eşit olanlar arasında eşit muamele yapılmayarak veya farklı olanlara karşı bu farklılığı göz önüne alınmayarak (engelliler gibi) eşit muamele ile adaletten sapılır ve başlı başına zulüm olan ayrımcı muamelelere yol açılır.
İslam hukukuna göre, anlaşmalı ve devlete vergi ödeyen zimmîlerin canmalve namusgüvenliği, uyrukluğuna girdikleri İslâm devleti tarafından sağlanır. Buna karşılık zimmîler de devlete cizyevermekle yükümlüdür. Mesela Osmanlı Devletinde bulunan sürekli oturma hakkına sahip olan, Hıristiyanve Yahudi veya başkaca dinden olanlara zimmi denilir.
Yahudi ve hristiyanların zimmi, yani zimmet altında olması demek, epistemolojik olarak yahudi ve hristiyanların Osmanlıda korunmasını getirmiştir.
Zımmilikte ise, zimmet esastır. Yani zimmilerin tüm haklarının korunması ve mevcudiyeti esastır. Bu vatandaşlar, hukukunun koruması gereken kişiler olup korunmadığı takdirde zimmet suçu işlenmiş olur.[5]
Hadisi Şeriflerde bu husus açıkça belirtilmiştir. Hz.Peygamber a.s.
“Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun davacısıyım. Ben kime (bu dünyada) davacı olursam, kıyamet gününde de davacı olurum.”[6]
demiştir.

Yine, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka’b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde:
  “Şarkta ve Garpta yaşayan tüm hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam’a icbar edilmeyecektir. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar” maddelerini yazdırdıktan sonra: “Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin…(Ankebut, 29/46) ayetini okudu.[7] 
Bu konuda Hz. Ali:
“Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur” dedi. Başka bir kaynakta, Hz. Ali’nin şöyle dediği naklediliyor: “Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır.” [8]  diyerek, Müslümanın zorunlu olduğu bu husustaki hassasiyeti dile getirmiştir.
Bir hekim gibi halkın nabzını tutarak, Kur’andan ilaçlar yazan ve çözümler üretmeye çalışan Bediüzzaman da, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde bu konuya da değinmiş,  birlikte yaşama iradesine ve hukukta eşitliğe vurgu yapmıştır.
Hıristiyanlıkta teslis inancı gereği esbaba tesir verilmektedir. Bunun sonucu enaniyetli liderler, aynı zamanda dindar olabilmektedir. Zira; “ İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i ilâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.
 1ayetine masadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.”[9] Bu ise Hıristiyanlık ile İslam arasındaki ciddi bir farka işaret eder.
Avrupa zannedildiği gibi, dinde lakayd değildir, dinine bağlıdır. Sıradan bir Fransıza sarık sar yoksa öldürüleceksin, denilse, beni öldürseniz de milliyetime bu hakareti yapmayacağım diyecektir.“Başta Wilson*, Lloyd George*, Venizelos* gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.”[10]
Hak dinin fetret derecesinde gizlendiği bu zamanda, Gayrımüslimlerin mazlumları nın, savaşlar gibi büyük felaketlerde ölmeleri durumunda, bu büyük zulmün bir nevi karşılığı olarak mükafat görmeleri, hatta kurtulmaları mümkündür .”Bir zaman, eski harb-i umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat verikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki, o maktulmasumlar şehid olup veli oluyorlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlara, kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli  teessür ve elemden kurtuldum.[11]
İslamın geldiği dönemde dini bir inkılap olduğu, bu sebeple gayrımüslimler ile yakınlaşmanın nifakı hatıra getirdiğini, ancak bu zamanda medeni- teknik bir inkılap olduğunu, dünyevi işler noktasında gayrımüslimler ile temasın hiçbir mahsuru olmadığını belirtir. ”Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp,muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyeddeğildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.” der.[12]
 İki dünya saadetini isteyen, dostlarına karşı mürüvvetkarane muaşeret, düşmanlarına karşı sulhkarane muamele etmelidir, der. Gayrımüslimlerin inanç noktasında hasım gibi kabul edenler için dahi, esas olan barış içinde muamele etmektir. Çünkü düşmanlıktan kimseye fayda gelmez. Hesapları görecek ise yalnız din gününün sahibi olan Allah’tır. Kimsenin inanç noktasında hesabını görmek, hakkımız ve haddimiz değildir.
Gayrımüslimlerin idareci olabileceğini belirtir. Saatçi olabildikleri gibi, kaymakam da olabilirler, der. Çünkü millet iradesinin şura ile yansıdığı meşrutiyette, idareci tahakküm eden değil ancak halkın hizmetkarıdır. Bu sebeple bir sakınca yoktur. S— Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?
C— Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir.4 Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali, reis değil, belki ücretli hizmetkârdır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz ki, memuriyet riyaset, bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza ve riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılır. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.
Yine gayrımüslimlerin orduya da alınabileceğini belirtir. Bunun sosyal hayatın bir zorunluluğu olduğunu da söyler. Müslümanların ordu içinde olmaları ve savaşlar sebebiyle nesillerinin azaldığını, fakirleştiklerini, halbuki, gayrımüslimlerin sanat, ziraat ve ticaret vasıtasıyla zenginleştiklerini ve çoğaldıklarını belirtir. Orduya alınmaları halinde hiçbir zarar da doğmayacaktır. Zira dağınık bir şekilde bulundukları için, bundan sosyal bünye için tehlikeli bir sonuç çıkmayacaktır.
 S— Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?
C— Dört vecihle:
Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinde size ayıp mı oldu?
Saniyen: Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın, Arap müşriklerinden muahidve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderdiler. Bunlar ise, ehl-i kitaptır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı sed çeker.
Salisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdamolunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahiddir.
Rabian: Neslen ve serveten tedennimize ve gayr-ı müslimlerin terakkisine sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş-altı milyon di. Servet ve ticaret elimizde idi. Halbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakrbataklığına düştük onlar fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar.[13]
Devlet görevleri için hem dindar hem de ehil, işi iyi bilen insanların tercih edilmesinde fayda olduğunu, ancak bunlar tüm işler için kafi derecede olmadığından, sözkonusu iş ve sanat ise, mahir/ ehil olanın tercih edilmesi gerektiğini belirtir.S— meclis-i mebusanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onlarınreylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?
C— Evvela: Meşverette hüküm ekserindir, ekser ise müslümandır.  Altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslâm’dır.
 Saniyen: Saati yapmakta veyahud makineyi işletmekte sanatkâr bir “Harco” veya “Berham”ın re’yi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi meclis-i mebusan’daki mesalih-i siyasiyeve menafi-i iktisadiyedahi ekseri bu kabilden olduğundan red etmemek lazım gelir. Amma ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz. Gidilse intihardır.[14]
Evet, neam! Hakkınız var. Fakat hamiyetayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakiki hamiyetve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. ayyaşbir adam, ayyaşolmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salâhat ve mahareti, tabir-i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-u kalbve nur-u fikri cem’ edenler vezaife kifâyet etmezler. Öyle ise ya maharettir veya salâhattır; maharet ise müreccahtır.[15]
Bediüzzaman Said-i Nursi, II. Meşrutiyetin başında doğudaki Kürt aşiretlerini gezer ve onlara tavsiye ve ikazlarda bulunur. Osmanlıda uzun yıllar “millet-i sadıka” olarak geçen Ermenilerin ırkçı düşünceler ile tahrik edildiği, provoke edildiği bir dönemde ortak paydaya ve sosyal hayatın gerekliliklerine işaret eder. Bugün bile önyargıların kol gezdiği böyle bir alanda, asrın fıkhını okumuş bir İslam âliminin bu konudaki sorulara verdiği cevaplara bakmakta fayda bulunmaktadır. Bediüzzaman Ermeni’ler örneği ile gayrımüslimlere bakışının genel özelliklerini de serdetmiş olur.
İkinci meşrutiyetin ilanından sonra, “hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Ermeniler’in hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür.” sorusuna “Onların hürriyeti onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’îdir.(İslamidir) Bundan fazlası sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.”der. Ayrıca sosyal hayata dönük faydacı bir yaklaşımla “içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, üç müdhiş kayd ile mukayyed (kayıtlı, bağlı) olup, ecnebilerin istibdad-ı maneviyelerinin taht-ı esaretlerinde (manevi baskılarının esirliği altında) ezilirler.
Bence onlar eskiden beri hür idiler. Zira fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Gene esir Ekrad ve Etrak (Kürdler ve Türkler) idi. İşte o yalancı kaydı üç veya on milyonun ayağında açıyoruz, tâ ki üç kayd ile mukayyed üçyüz milyon İslâm’ın hürriyetine meydan açılsın. Elbette acilen üçü veren ve âcilen üçyüzü kazananın hasarat” etmediğini söyler.[16]
Yine “gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi(denk) olacağız?” sorusuna insan hakları alanında eşitlik ilkesinin esas olduğuna vurgu yaparak, “müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat karıncaya ayak basmayınız dese, tazibinden(azap vermekten) men’ ederse, nasıl benî-Âdem’in(insanoğlunun) hukukunu ihmal eder?”diyerek devlet başkanı olduğu dönemde, Hz.Alinin sıradan bir Yahudi ile eşit koşullarda yargılanmasını ve Kürtlerin övüncü olan  Salâhaddin-i Eyyubî’nin miskin bir Hıristiyan ile karşılıklı muhakemesini buna delil olarak getirir.
Ermenilere karşı, ‘İslamın adaletinin hakkı ile gösterilemediğini, şeriat dairesindeki haklarının istibdadın kötü alışkanlıkları ve sonuçları sebebiyle verilemediğini belirterek’ özeleştiri yapar.[17]
Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz? sorusuna, “Düşmanlığın sebebi olan istibdat (baskıcılık, saltanat) öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat’iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir(bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi (milli onuru) muhafaza ederek, musalâha (barış) elini uzatmaktır.
Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahife-i vücuttan (varlık aleminden) silinsin. Olabilir; yalnız, size husumetin (düşmanlığın) bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Halbuki Âdem a.s. zamanından, yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevali (yokolması) değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi imkansızdır. Ömerdılan kabilesi bin senedir yine  Ömerdılan’dır.
Hem de onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüya görüyorsunuz. Hem de fikr-i milliyetle müttefik(birleşmiş) ve kavîdirler(kuvvetlidirler); siz, ihtilâfla(sürtüşmelerle) şimdilik boşsunuz. Hem de galebe etmek istiyorsanız; onlar sizi mağlup ettiği silah ile yani akıl ile, fikr-i milliyet (milliyet fikri) ile, meyl-i terakki (yükselme meyli) ile, temayül-ü adalet ile (adalete yönelmekle) mağlup edebilirsiniz.
Bence şimdi kılıç vuran, o kılıcın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde.
Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkiye ikaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyar ediyorlar(uyandırıyorlar).
İşte şu noktalara binaen, onlarla ittifak etmek lazımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa ve oğlu zaruret(fakirlik) efendi ve hafidi(yardımcısı) husumet (düşmanlık) beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin (bozguncunun) kumandası altında yapmışlar.”[18] diye sosyal bağların ve zamanın gereğinin Ermenilerle ittifak etmek olduğunu belirterek, bunun zıddına oluşan düşmanlıkların, Kürtlerdeki, cahillik, fakirlik ve düşmanlık hastalıklarından kaynaklandığını belirtir.
Özelde Kürtlerin, genelde İslam toplumlarının en büyük düşmanlarının cahillik, fakirlik ve ihtilaflar olduğunu, cahilliğin İslam ile aydınlanmış bilgi, fakirliğin sanat, tarım ve ticarete verilecek önem ile ve ihtilafın, sürtüşmelerin ise ittifak, birlik  silahlarıyla yenilebileceğini söyler. “Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemal-i memnuniyetle dost olup elele vereceğiz. Zira husumette fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur.” der.[19]
Milliyet fikri ile uyanmış bir Ermeninin himmetinin, gayret ettiği şeyin bütün milleti olduğunu, sanki milletinin küçülerek ona dönüştüğünü ve onun kalbinde yerleştiğini söyler. Bu şekilde uyanmış, yüksek düşünen bir Ermeninin, kolaylıkla hayatını, ruhunu milleti için feda edebileceğini belirtir.[20]
“Ermeni fedaileri o kadar fenalık ettikleri halde, şimdi en muteber onlar oldular. Zehirlerine tiryak(ilaç) nazarıyla bakıldı.” sorusuna ise, ‘yaptıkları kötü işlerin gizli toplumsal bir yarayı açığa vurduğunu ve 2.Meşrutiyetin ilanı gibi bir iyiliğin oluşmasına katkı yaptığını, ancak bundan sonra onların da eski yanlışlarından vazgeçmeleri gerektiğini’ söyler.[21]
2.Meşrutiyetten sonra Ermenilerin kaymakam ve vali olmalarını yadırgayan bir soruya ise, Meşrutiyetin milletin hâkimiyeti olduğunu, hükümetin vali ve kaymakamının ise ücretli hizmetkârlar olduğunu söyleyerek, saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi kaymakam ve vali de olmalarında bir sakınca olmadığını belirtir.[22]           
1. Dünya Savaşı sonrası gazetelerin, Paris’te, Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında, Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilaf akdedildiğini (anlaşma yapıldığını) yazarak Kürd kamuoyundan bir açıklama beklemesine karşılık, buna karşı çıkmış ve Kürtlerin, dört buçuk asırdan beri İslam birliğinin fedakâr ve cesur hizmetkâr ve taraftarları olarak yaşamış ve dini geleneğine sadakati hayat gayesi bilmiş olduklarını söylemiş, Kürt büyüklerinden Ahmet Arif ve Muhammed Sıdık ile birlikte yaptığı ortak açıklamada, böyle bir oluşuma destek veremeyeceklerini, belirtmiştir.[23] Bu o dönemki İslam ortak paydası  ve bağı sebebiyle, zor durumda olan Türklere karşı vefalılığın bir gereği olarak açığa çıkan bir harekettir.
Üstad Bediüzzaman, dinsizlik akımının her yeri istila eden hücumu karşısında, bu tahribata karşı, Hıristiyanların dindar ruhanileri ile dahi ittifak edilebileceğini, kaydeder. “Hatta, hadis-i sahihle, ahirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” [24]der.
Netice olarak, etik olarak ve inancımızdan gelen bir zorunluluk olarak, tüm gayrımüslimler ve Ermeniler, Müslümanlar için canı, malı, ırzı bizlerin zimmetinde olan vatandaşlarımızdır. Değil onlara karşı ırkçı yaklaşımlarla dışlayıcı, ürkütücü bir tavır almak, aksine onların böylesi ayrımcı muamelelere karşı yanında olmak bizlere yakışandır.
Varlık vergisi mezalimi ve sonrasında 6-7 eylül olayları tüm gayrımüslimlere ciddi acılar yaşatılmıştır. Medeni bir topluma yakışan geçmişin hataları üzerinden kan davası gütmek ve acıları yarıştırmak değil, karşılıklı empati ile yanlışlarla yüzleşmek, geleceğe dönük barış içinde yaşanacak bir iklimi inşa etmektir. İmparatorluk bakiyesi çok dinli, çok dilli bir toplumun devamı olmak yönüyle bu konuda tarihi altyapı vardır. Yeter ki, başkalarını aşağılamayı esas yapan ırkçı düşünceleri, zihin dünyamızdan ve şuur altımızdan tümüyle çıkartıp, bu virüsten temizlenebilelim…Bu ülke hepimize fazlasıyla yeter…

                                                                                                         Mehmet Arif Koçer-Hukukçu
                                                                                                         İnsan Hakları Aktivisti

[1]Sahip Beroje, “İslam ve Batı Felsefesi Açısından Haklar Perspektiği ve Günümüzdeki İnsan Hakları İhlallerine Etkisi” Tezkire dergisi, Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi, Sy.45, Ekim, Aralık, 2006, 139.
[2]Aşur, İslam Hukuk Felsefesi Gaye Problemi, 102, 103.
[3]El-Asl ademü’l- hususiyye: Asıl olan kimseye ayrıcalık tanınmamasıdır.
[5] Erişim: [http://tr.wikipedia.org/wiki/Zimmi] Erişim tarihi: 20.03.2012
[6] Acluni, Keşfu’l-Hafa’ II, 218
[7] Erişim: [http://www.fikirbahcesi.org/hukuk/zimmilerle-ilgili-hukumler.html]  Erişim tarihi: 20.03.2012
[8] İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A’la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 76
[9] Mektubat, Said Nursi, Zehra Yayınevi, 2006, İstanbul, 369
[10] Nursi, Mektubat, 368
[11] Nursi, Kastamonu Lahikası, İstanbul, 2006, 53
[12] Nursi, İçtimai Dersler, 2004, İstanbul, 109,110
[13] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 112
[14] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 93
[15] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat,101
[16] Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2006, Münazarat, 104, 105
[17] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 107
[18] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 108
[19] Nursi, İçtimai Dersler, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, 160
[20] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 125
[21] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat,112-113
[22] Nursi, İçtimai Dersler, Münazarat, 114
[23] Nursi İçtimai Dersler, Makaleler, 577
[24] Lem’alar, Said Nursi, Zehra Yayınevi, 2006, İstanbul,189

ABDULKADİR BADILLI AĞABEY’E SİTEM…O BELGELERİ AHMET AKGÜNDÜZ'E VERME



Bazen  adavet, şiddeti muhabbetten  gelir. Biz de Badıllı ağabeyi candan seviyoruz. Yaptığı hizmetleri can u gönülden taktir ediyoruz. Allah uzun ömürler versin.
İnşallah haddimizi aştığımızı düşünüp bize beddua etmez. Çünkü o tam bir nur talebesi, Fetullah Hoca gibi yarım değil…

Aldığım duyumlara göre, Risale-i Nur ile alakalı bir sır gibi saklı kalan ve bir çok sorunun cevabı olan ellerindeki BELGELERİ  Ahmet AKGÜNDÜZ’e verecekmiş. İnşallah öyle bir şey yoktur.
Ahmet Bey’in, geçen günlerdeki tartışmalarda ne kadar samimi olduğunu hep beraber gördük.Eğer o belgeler verildikten sonra üzerinde yapılacak en ufak bir tahrifatla ümmet yanlışlara düşerse bunun vebali çok büyük olacaktır.
Bir Hikayecik: “Bir gün İmam-ı Azam, çamura düşmüş bir çocuğu kaldırırken, çocuk müthiş bir söz söyler: Ey imam! ben düşmüşüm ne yazar, amma sen düşersen ümmet düşer.”
Evet imtihan son nefese kadar devam ediyor.

Gördüğüm kadarıyla Allah, samimi sadık Nur Talebelerini huzuruna almadan hastalandırıyor, ta ki işlediği ufak tefek günahları varsa onları da affetsin, temiz olarak huzuruna alsın. Sahabeler için olan “mağfireten ve ecren azima” ayetini hatırlayalım.

Temennimiz odur ki, Ağabey’imiz yıllarca ettiği samimane hizmetlerinden dolayı elde ettiği sevapları böyle bir yanlış yaparak HEDER ETMEZ…

Tavsiyem odur ki;  belgeleri kimselere vermesin ancak, O BELGELERİ  İNTERNET ORTAMINDA NEŞRETSİN. BÖYLECE KİMSE ÜZERİNDE OYNAYAMAZ.

Yok eğer o bilgiler ve belgeler benimle beraber mezara gidecek derse, o zaman Allah’a vereceği hesabı düşünsün. İnsanlar ne kadar Ehl-i hizmet olursa olsun bazen gaflete düşme ihtimali vardır. İşte o zaman uyarmak vazifemizdir.

Badıllı Abi bunları yazdım diye öfkelenirse enaniyet devreye girmiş demektir. Enaniyet ise ehl-i ahiret için ciddi zarardır.

Bir iki kelam ettik, haddimizi aştık isek affola…

08.01.2014
Qereqoçani


Abdullah CAN itidal çağrısı - Erdoğan ve Gülen'e çağrı."Said Nursi'yi Kullanmayın"

7 Ocak 2014 Salı

AKP ve Cemaate çağrı


Son bir aydır, Hocaefendi cemaati ile Hükümet taraftarları arasında alevlenen “Dershane” tartışması, aslî zemininden kaymışa ve bağlamından kopmuşa benziyor. Bir tarafın meseleyi “hukuk” temelinde değerlendirmesi ve “elzemdir” noktasındaki ısrarı, öte tarafın ise meseleyi “eğitimin iyileştirilmesi” ve söz konusu kurumların “varlık sebeplerinin ortadan kalktığı” yönündeki beyanatları, gelinen noktada bir kördüğüme dönüşmüş vaziyettedir. 
İki taraf arasında yaşanan sözlü ve yazılı tartışmaların, yavaş yavaş belgeler düzlemine kaydırılması, sorunun sıradan ve kolay sonlanır bir mahiyette olmadığını göstermektedir. Daha da vahimi, tartışmanın peyderpey görsel ve işitsel bazı argümanlar eşliğinde çatışmaya evirileceği yönündeki duyumlar, iki taraf açısından ciddi endişelere sevk etmektedir. İki tarafın sağduyulu ve arabulucu aktörlerinden ziyade, hissiyat düşkünlerinin ve arabozucuların devrede olması, endişeleri daha da ileri boyuta taşımaktadır
Art niyetli ve yıkıcı çevrelere terk edilen alanın daraltılması adına, her iki cenahın sağduyulu ve hassas unsurlarına çağrım, yaşanılan olumsuzluklara karşı varlık göstermeleri, mesuliyetlerini üstlenmeleri; alevlenen ve adına “fitne” denilen yangına su taşımalarıdır. Aksi takdirde, bu yangının nerelere varacağını, nelere mal olacağını ve hangi aşamada söneceğini kestirmek çok zordur. O halde, yaşanılanlardan vicdanen muzdarip olan bütün ehl-i insafı sorumluluk almaya ve tavır koymaya davet ediyorum. Bu çerçevede, ben de, kendime düşen sorumluluğu ifa etmek ve beslendiğim havzanın hassasiyetlerini paylaşmak niyetiyle, bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm; özetle diyeceklerim şunlardır: 
Öncelikle, yazacaklarım, herhangi bir tarafın tarafgirliğinden yola çıkılarak; bir tarafa angaje olunmuşum şeklinde değerlendirilmemelidir. Ben bir Nur Talebesiyim; Müslümanlar arasında “sulh unsuru” olmak benim ve mensubu olduğum camianın en mümeyyiz vasfıdır. Ülke, bölge, âlem-i İslâm ve dünya olaylarına karşı hareket nokramız Risale-i Nur’daki “Kur’anî” ve “Nebevî” ölçülerdir. Bu ölçüler, hiçbir siyasete, iktidara ya da kliğe feda edilmeyecek kadar kutsaldır. Kutsal değerleri beşerî ve dünyevî emellere alet etmek züldür ve neticesi zillettir
Kahir ekseriyeti temiz niyetli ve sağlam Müslüman olan çevrelere kardeşçe ve adilce yaklaşmak inandığımız değerlerin gereğidir. Kardeşler arasında adaletli olmak Allah’ın “Adil” sıfatına bir mazhariyettir. Niyet sorgulamak peşinde değilim; kimin, neyin üzerinden, neler peşinde olduğu gibi bir sorgulama da yapmıyorum. Özel düşünce, kanaat ve değerlendirmelerimi de bir tarafa bırakıyorum. Sadece ve sadece, hâlihazırdaki kavgadan muzdarip olduğumu ve benimle birlikte vicdanı sızlayan milyonlara tercüman olmak istediğimi bildirmek isterim.Amacımız “hakkı tavsiye”dir, nasihat değildir. “Kardeşlerinizin arasını bulunuz” fermanı Kur’an’a aittir; böyle zamanlarda en büyük farz, fitneye karşı durmaktır; en büyük cihad fitnecilerin kundaklamalarına engel olmaktır
Evet; çatışan iki cenah da Müslüman’dır ve bu çatışmanın kazanan tarafı da ikisinden biri değil, üçüncü bir güruh olacaktır. Onlar, tetikte bekleyen ve salyaları akarak bu boğazlaşmayı seyreden şer güçleri ve derin odaklardır. Onların asıl gücü, ihtilaf ve kapışmalardan doğan fırsatlardır. Bu fırsatlara meydan verenler, şer güçlerinin dolaylı destekçileridir. 
Müslümanlığa yakışmayan metot ve argümanlarla kavgaya tutuşmanın hiçbir ahlakî, insanî ve hukukî boyutu olamaz. Müslümanlar, her sorunlarını Müslüman’ca çözmek zorundadır. Gayr-ı meşru metotlarla meşru hedeflere gidilmez; meşru neticeler elde edilemez. Müslümanlar, bir konuda anlaşmazlığa düştükleri zaman, onu Allah’a ve Resulüne irca etmekle, yani Kur’an ve Sünnet çerçevesinde çözmekle mükelleftirler. Kaba kuvvetle, sokak ağzıyla, külhanbeylilikle, his ve ajitasyonlarla, teşhircilik ve kara propagandalarla bir yere varılmaz ve netice alınamaz. Ateşe su dökülür, odun atılmaz; su niyetine benzin dökülmez.  
Şer güçlerini sevindirmek, Allah’ı üzmektir; Allah’ı üzenin dünyası da ahireti de hüsrandır. Bu metotlarla elde edilen zahiri başarılar sadece bir seraptır. İslam cemiyetinin bünyesinde oluşacak rahnelerin tedavisi zordur; yaraların kapanması ve kaynaşması hayli zaman alacaktır. Hatta yaşanılanlar, iki cenah arasında bir kan davası gibi kalıcı olacaktır; sürekli bir güvensizlik ve taktik manevralara yol açacaktır. 
Yaşanılan ve yatışma kabul etmeyecek gibi görünen “dershane” tartışmasının arkasındaki asıl sebep ve saiklar ne olursa olsun, Müslüman halkımız ve tabandaki kahir ekseriyet –ki din kardeşlerimizdir–bundan ciddi rahatsızdır; hatta rahatsızlığın ötesinde cehennemi bir azap çekmektedirler. Tetikçi ve kundakçı kesimin bu ekseriyetin duygularıyla oynamaya hakkı yoktur. Bu ekseriyet, kimsenin askerleri ve fedaileri değillerdir. Onlar sadece ve sadece Allah rızası ve Peygamberinin sevgisi için çalışıp çırpınıyorlar. Onların hedefi bellidir ve sadece ilahîdir. İğfallerle, ajitasyonlarla, manipülasyonlarla, dezenformasyonlarla, duygusal sömürülerle, tarafgirlik psikozuyla ve hamasi nutuklarla bu kahir ekseriyet yönlendirilerek dünyevî-siyasî emellere alet edilemez; edilmemelidir.  Allah’ın kullarını onun yolundan, onun tayin ettiği istikametten ayıranların ne büyük bir dalalet üzerinde olduğunu bizzat Allah buyuruyor. İşte ayet: 
“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Onlar Allah’a giden yolu tıkarlar; kapatırlar. Onlar insanları Allah yolundan saptırırlar. Ve onlar büyük bir dalalet(sapkınlık) üzeredirler.”(İbrahim Suresi, 3) Bu ilahi tehdidi kulakardı eden tetikçiler ve şahinleşmiş kesimler, biz Müslümanlar için yol ve yöntem tayin edemezler; etmemelidirler.  Biz Allah’ın kullarıyız; kullara kul olmayız, olmamalıyız. Hürmet ettiğimiz insanlar, hadlerini bilmeli ve Allah’ın tayin ettiği hudutlar içine avdet etmelidirler. Onların yanlış sözleri ve davranışları, taklit edilmektedir; kitlesel yanlışlara sürüklemektedir. Baştaki kokuşmalar bütün bünyeye yayılmaktadır.Bu vahim durumu görmeli ve bir an önce önlem alınmalıdır.
İki tarafın değirmenine su taşıyanların, enerji sağlayanların tabandaki bu büyük kitle olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Onların fedakârlığı üzerinde inşa edilen devasa imkânların ve iktidarların suiistimal edilmemesi gerektir. Bu suiistimale Allah’ın “evet” demesi mümkün değildir; Allah’ın azabı pek çetindir. Zalimlerin Allah’ın kılıcı olduğu gerçeği unutulmamalıdır; haddini ve hududunu bilmeyen şımarıkların bu kılıçla terbiye edildiğine sayısız tarihi olay tanıklık etmektedir. Hezimetlerin ana sebeplerini bir derhatır edelim! Peygamberimiz, bir gün şöyle der: 
“Pek yakında aç insanların sofralara üşüştükleri gibi, düşmanlarınız da sizin üzerinize üşüşecekler.” Sahabeler sorar: “O gün çok mu az olacağız?” Peygamberimiz: “Hayır, sayıca çok olacaksınız, ama sel sularının sürüklediği çer-çöp gibi değersiz olacaksınız!” Sahabeler nedenini sorduklarında, Resulüllah: “Çünkü kalplerinize ‘vehn’ duygusu yerleşecektir!” Sahabeler, “Vehn nedir ya Resulüllah?” dediklerinde, peygamberimiz:  “Aşırı dünya tutkusu ve ölüm korkusudur!” der. (Ebu Davud, 2/426) 
İşte size mükemmel ve şaşmaz bir Nebevî tespit ve her zaman günceliliğini muhafaza eden Peygamberce bir uyarı! Etrafımıza bir bakalım, bu gün adı var, kendisi olmayan âlem-i İslam’ın hal-i pürmelâli bu hadise en çarpıcı bir örnek değil midir? Bütün İslam coğrafyasında dökülen Müslüman kanı, bu hadisin doğruluğunu ve Peygamberî endişeyi doğrulamıyor mu? Körlük o kadar ileri boyuta mı vardı? Dünyevî rantlar ve arpalıklar üzerinden yürütülen bu soğuk savaşın tarafları Müslümanların bugünkü trajedik manzarasını görmüyorlar mı?Yoksa, “Neden Türkiye’de de olmasın?” histerisine mi kapılmışlar?     
Tasavvuf ehlinin bir sözü var, “Eddünya ciffetun, talibuha kilabun”, yani“Dünya bir leştir, bu leşe talip olanlar da köpeklerdir” Bu söz, anlamı itibariyle gururumuzu rencide etse de, doğruluğu ortadadır. Kendimizi bir yoklayalım; gaye-i hayalimiz nedir? Hedefimize oturttuğumuz yüce idealimiz nedir? Dünya ve dünyalıklar mı, ahiret ve ahireti kazandırtacak vesileler mi? Nefis, şehvet ve cismaniyet mi, Allah ve onun rızasını kazandırtacak çalışmalar mı? Dünyaya, dünyevî servet ve iktidara bu kadar meylettiğimize göre, dünya ve dünyalıklar üzerinden bu denli yaka-paça olduğumuza göre, soralım kendimize: “Ben kimin kuluyum? Kime ve neye hizmet ediyorum? Kimin rızasını tahsile çalışıyorum? Hayatımın gayesi nedir?...”  
Dini ve dinî değerlerimizi dünyaya alet etmeyelim! Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı; İlahî ve Peygamberî argümanları; Asr-ı Saadeti ve sahabenin fedakârlıklarını, âlimlerimizi ve onların güzel beyanlarını emellerimize alet etmeyelim! Tamamını kendimize düşman ve davacı eylemeyelim! İslam’ı tekelleştirmeyelim; benmerkezci ve harici mantığıyla hareket etmeyelim!Irkı, mezhebi, cemaati, tarikatı, partiyi-patırtıyı, hocayı, üstadı, şeyhi-piri, hâsılı kabirde ve haşirde bizden sual edilmeyecek hiç bir şeyi tabulaştırmayalım; din-iman meselesi yapmayalım! Heva-i nefislerimizi ilah edinmeyelim! Sorunlarımızı hissiyat ve menfaatlerimiz istikametinde değil, İslam’ın ve İslamî mesajın muhatabı olan tüm insanlığın menfaati doğrultusunda çözelim; çözmeye çalışalım! 
İslam’ın ve insanlığın düşmanları ağzını açıp canavarca iştahlarıyla salyalarını akıttığı bir hengâmda, dâhilde ve aramızdaki bütün muhalefetleri, kıskançlıkları, çekişmeleri, boğuşmaları bir kenara bırakmamız ve müşterek düşmana karşı ortak paydalar; aslî ilkeler üzerinde yekvücut olmamız olmazsa olmaz bir maslahat iken, iktidar ve cemaat maslahatları temelinde birbirimize diş geçirmeye çalışmamız ne İslamî’dir, ne insanîdir, ne vicdanîdir. 
Karşılıklı diş bilemeler ve diş geçirme hamleleri; meydanlarda ve basın alanındaki çökertme ve çürütme taktikleri;  sınır tanımaz gammazlıklar ve teşhircilik oyunları; gizli-saklı mahfillerde en olmadık dedikodu ve iftiralarla karalama kampanyaları; ayetleri, hadisleri ve Bediüzzaman’ın sözlerini kavganın malzemesi gibi kullanmalar, bazen cepheden, bazen satır aralarından en ağır ithamlarda bulunmalar, artık gına getirdi. Artık seciye ve karakterlerimizde bir nefret hissini uyandırıyor. “Bunlar mı o baştacı ettiklerimiz, bunlar mı o örnek aldıklarımız ve bunlar mı sırat-ı müstakim erleri” dediğimiz kimseleri bu hallerde görünce, –ki görmek istemiyoruz– onlardan yana beslediğimiz umutlarımız suya düşüyor, hüsnü zanlarımız gölgeleniyor. 
Bazı kalemşorların sivri kalemlerine ve ateş saçan dillerine bir anlam verebildik de, ya şu örnek şahsiyetlerimize ne oluyor? Karıncayı bile inciteceklerine ihtimal veremediklerimize ne oluyor? Hani ya Müslümanlara karşı elsiz ve dilsiz olunacaktı? Hani ya Müslümanlar bir vücudun azaları hükmündeydi? Hani ya birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmayacaktık ve iman etmedikçe de cennete giremeyecektik? Hani ya Müslümanlar bir binada sırt sırta vermiş, birbiriyle kenetlenmiş tuğlalar hükmündeydi? Hani ya mü’min elinden ve dilinden zarar görülmeyen kimseydi?... Nerede kaldı bu ölçüler ve nerede kaldı bu ilkeler?
Kendileriyle aynı Allah’ı, aynı Peygamberi, aynı Kitabı ve aynı Kıbleyi paylaştığımız kardeşlerimize karşı böyle acımasız mı olacaktık? İhlâs, uhuvvet ve tevazu düsturlarımıza ne oldu; nereye uçtular? Neden bu kadar sıradanlaştık ve neden sıradan meseleleri hayatî meselelerin önüne koyduk? Farzlara ilgisiz kalıp sünnet ve müstehapların peşine takılmak; onları öncelemek ne zaman fıkhımızın esaslarından oldu?Ortada bir yanlışlık var; yanlışlığın ötesinde bir şaşkınlık ve şaşırmışlık hali var. Bu böyle devam ederse, dünyamız da harap olur, ahiretimiz de. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacağız. 
Kim ne derse desin; iktidarlar cemaatleşmemeli ve cemaatler de iktidarlaşmamalıdır. Cemaatleşen iktidarların siyasî söylem ve projeleri, iktidarlaşan cemaatlerin/tarikatlerin de imanî/Kur’anî söylem ve projeleri olmaz. Olsa da, tabiatındaki tarafgirlikten dolayı ihlâslı olmaz; tehlikeye girer, tesiri kırılır. Aynı halde, sadece yandaşlarına, sadık adamlarına kucağını açan ve sadece onlara bol keseden imkân ve ulufe alanları tanıyan iktidarlarla sadece benmerkezci ve içine dönük faaliyetlerde bulunan; mensuplarına mutlak teslimiyetçiliği ve itaatçiliği dayatan cemaat ve tarikatların da topluma ve insanlık âlemine vereceği fazla bir şey olmaz. 
İstenildiği kadar ‘herkesin ve kesimin iktidarıdır’ denilsin, istenildiği kadar ‘her kesimi kucaklayan cemaat/tarikat’ görüntüsü verilsin, önemli olan sonuçtur; önemli olan pratikleridir. Millet uygulamalara bakar; uygulamadaki tercihlere ve tercih edilenlerin profillerine bakar; maddi/manevi imkânların kimlerle paylaşıldığına bakar. İşte siyasî-sivil yapılanmalarımızın bu egoist ve egosantrik özelliklerinden dolayıdır ki, bu gün bu trajik hadiseler yaşanıyor. Hâlbuki olması gereken bu değil; gerçekten de samimiyet ve hasbiliğin esas alınması gerekirdi. Ama olmadı... 
Barışı değil, kavgayı tercih edenlerin unutmaması gerekir: Asıl musibet dine gelen musibettir. Dini musibetten dolayı Allah’a iltica etmeliyiz; ağlayıp sızlayacaksak bu musibetin izalesi için ağlayıp sızlayalım. Allah’tan feraset ve anlayış dileyelim; çünkü musibetin kalkması bununla mümkündür. Hissiyatla, inatla, diş ve kalem sivriltmeyle, açıkları yakalamayla, sır ve mahremiyetleri ifşayla, onurları kırmakla, ağır ve gayr-ı insafî vasıflandırmalarla, mevzi kapmalarla, geçmişi kurcalamayla, sadece menfiliklere kilitlenmeyle bir yere varılmaz, hiç bir sorun çözülmez. 
Cumhuriyet tarihi boyunca, gelinen noktanın ve yaşanılan zaman kesitinin –geçmişe kıyasla– bir nimet olduğu görülmeli. İçinden geçtiğimiz barış ve toplumsal mutabakat sürecini ihlal etmemeliyiz. Bir yıla yakındır kan dökülmemesi, sosyal ve ekonomik alanda atılan önemli adımlar,özellikle de Kürt sorununun çözülmesine dönük atılan ciddi, kararlı ve kansız adımlar kazasız-belasız sürdürülmelidir; bu iyimser ve umutbahş havayı bozacak adımlardan azamî derecede uzak durulmalıdır. 
Asıl fitne, umumun hukukuna taalluk eden huzurlu ortamı bozmak, karşılıklı güven atmosferini kirletmek, kardeşliğe dair umutları karartmaktır. Uykuda olan fitnenin uyandırılmasının Peygamber dilindeki karşılığı hepimizin malumudur ve ‘fitnenin katilden daha şiddetli olduğunu’ da hepimiz ayetlerden biliyoruz. Pir-i Mugan’ın(Said-i Nursî) deyimiyle,“İslâmiyet sulh ve selamettir; dâhilde niza ve husumet istemez.” 
Hâsılı: Nimet şükür ister, karşılığında şükredilmeyen nimetlerin, hem bu dünyada hem ahirette başımıza bela olacağını ve azaba dönüşeceğini unutmamalıyız. Tüm insanlığın semasında bir güneş gibi parlayan İslamiyet’i, İslamî mesajları, kendisine yakışır bir tarz ve üslupla insanlığa ulaştırmak adına, her türlü enaniyet ve maddi menfaatlerimizi ayakaltına almalıyız. İzzet ve şeref, Allah’a kullukta, peygambere ümmet olmaktadır. Maddeye, makama, iktidara kulluk zilletin ta kendisidir. 
İslam, belli bir topluluk ve inanç mensupları için değil, bütün insanlık için rahmettir. Tıpkı güneşin kuşatıcı ve kucaklayıcı ışığı gibi… O, ışığını nasıl cömertçe salıyorsa, İslam’ı da, İslam’ı temsil rolümüzü de öylece sunmalıyız. Kendimizi merkeze oturtarak, bizden olmayanları dışlamamalıyız. Bu anlayış ve uygulamalar hariciliktir. 
İslam’ın evrensel tabiatını ve mesajını, dar cemaat/tarikat cenderesi içinde boğmayalım. Elmas değerinde olan İslamî hakikatleri kırılmaya mahkûm cam parçaları mesabesindeki siyaset ve iktidar çıkarlarına feda etmeyelim. 
Şahıs ve kurumlar fanidir, İslam dini ve davası bakidir. Baki davalar, fani şahıs ve kurumlar, gelip-geçici iktidarlar üzerine bina edilmez ve edilmemelidir. Edilirse, o dine ve davaya ihanettir. Allah, tavandakilere akıl, izan ve istikamet, tabandaki ekseriyete de kardeşlik içre sabır ve sebat nasip etsin. “Sulh, kavgadan hayırlıdır” (Hz. Muhammed)...
 

Risale Haber

Most Reading

Tags

Sidebar One