Pages

Qereqoçani

Qereqoçani
Qereqoçani

DİLİPAK Fetullah GÜLEN üzerinden Said Nursi'yi eleştirmesine karşı Abdullah CAN cevap verdi.

21 Ocak 2014 Salı

Abdullah Can / Araştırmacı


    

Dilipak, ne demek istiyor?

20 Ocak 2014 Pazartesi 01:30
Abdurrahman Dilipak Bey, 15 Ocak 2014’te Osmaniye Aktif Gazeteciler Cemiyeti’nde bir konuşma yaptı. Gündemi değerlendiren Dilipak, AKP’ye karşı girişilen uluslararası operasyonu ve Başbakan’ın tasfiye planlarını anlatmaya çalışmış. Bu tür değerlendirmeleri, 7 Şubat 2012’den beri çok defa okuduk ve halen de okumaktayız. Malum, gündemin belirleyici olayı ya da olayları ne ise, değerlendirmeler de ekseriyetle o minval ve o paralelde olur. Her ne ise, ben farklı bir parantez açacağım... 
Abdurrahman Bey, zikri geçen konuşmasında, güzel ve anlam yüklü bir söz sarfetmişti. Neydi o söz: “Zalimler karşısında tevazu zillettir.” Bu söz, birden bana Said-i Nursî’nin sözlerini çağrıştırdı: “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”, “İzzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.” Evet, Abdurrahman Bey’in sarfettiği söz ile Said-i Nursî’nin sarfettiği bu iki cümle arasında güzel bir uyum ve mükemmel bir kompozisyon vardır. Buna da her ne ise... asıl konuya geleyim; yani Abdurrahman Bey’in Said-i Nursî’ye desimetrik ve dekompozisyonel çıkışına: 
Efendim, Sayın Dilipak’ın son günlerde okuduğum yazılarından birkaçı beni rahatsız etti. Zira yazılarında Said-i Nursî’ye üstü kapalı ve haksızca bir hücum sözkonusu; güncel ifadesiyle tam bir karartma ve itibarsızlaştırma. Külliyat’ı 3 defa okumuş birisi olarak, Dilipak’ın yazdıklarıyla Üstad’ın yazdıklarının arasında –bu yazılarına ilişkin olarak– bir telif yapamadım ve kendi ifadesiyle, “45 yıllık gazeteciliğine” de yakıştıramadım. Vefat etmiş bir İslâm âlimine dair kendi kafasındaki şablonu ya da kafa karışıklığını yazıya dökmesine; bunun üzerinden başkalarının da kafasını karıştırmasına bir anlam veremedim
Dilipak, Sikke-i Gaybî’yi (doğru ismi Sikke-i Tasdik-i Gaybî’dir) diline dolayacağına keşki Yirmiikinci Mektup olan “Uhuvvet Risalesi”ni okusaydı; keşki Yirminci Lem’a olan “İhlâs Risalesi”ni okusaydı, keşki İngiliz emperyalizmine karşı yazdığı “Hutuvvat-ı Sitte”yi okusaydı, keşki Kemalist diktatörlere karşı yazdığı “Es’ile-i Sitte”yi, “Yirmiikinci Lem’a”yı ve “Hücumat-ı Sitte”yi okusaydı, keşki insî ve cinnî şeytanlara karşı yazdığı “Onüçüncü Lem’a”yı okusaydı, keşki İslâm âleminin başat problemleri ve onların çözüm yollarını gösteren “Hutbe-i Şamiye”yi okusaydı, keşki Peygamberimizin Sünnet-i Senniyesinin anlatıldığı “Onbirinci Lem’a”yı okumasaydı, keşki içtihada ve sahabelerin faziletine dair iki mevzuyu ihtiva eden “Yirmiyedinci Söz”ü okusaydı... okusaydı da, Sikke-i Gaybî üzerinden Üstad’ı itibarsızlaştırma yönüne sapmasaydı. 
Dilipak Efendi, 09 Ocak 2014 tarihli “Uslüp Meselesi” adlı yazısında,Fethullah Gülen’i eleştirirken, onu Said-i Nursî ile ilişkilendirerek okuyucusunun zihninde tersten bir Said-i Nursî algısı oluşturmaya çalışıyor. Tam bir psikolojik harp taktiği... Şöyle diyor: “(F. Gülen), İslam’ın Sünni-Hanefi görüşlerini Said Nursi’nin görüşleri ve kitapları Risale-i Nur ışığında şekillendirdi.” Bir sefer kökten yanlış, hatta yalan bir lafız. F. Gülen, Üstad’dan yararlanmıştır, ama hiç bir zaman “Ben Nurcuyum” dememiştir; telkin etmemiştir. Said-i Nursî, Şafiî mezhebindendir, Hanefi değildir. Hoca’nın görüş ve fikirleri de Risale-i Nur ışığında şekillenmemiştir; beslenme havzası çok farklıdır. Zaten Dilipak da, bir sonraki paragrafta, kendi kendini çürüten bir ifadeyle bunu doğrulamaktadır. İşte: “1990 sonrası Risale-i Nur çizgisinden ayrılarak kendi çizgisini oluşturmaya başladı. Zaten ilk başından beri Said  Nursi Kürt olduğu için ona mesafeli duran bir bakış açısı vardı.” demektedir. O halde, Dilipak’ın amacı ne? F. Gülen, üzerinden Said-i Nursî’yi sıkıştırmak, ona karşı kara propagandası yapmanın manası ne? 
Gazını alamayan Dilipak Bey, 10 Ocak 2014 tarihli “Sikke-i Gaybî” başlıklı yazısında, Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabına dair söylediği “Risale-i Nur’un ehemmiyetini ispat edip şakirtlerini şevke getiriyor, kuvve-i mâneviyelerini ziyadeleştiriyor.” ifadesini iktibas ettiği halde, her nedense, “Sikke-i Gaybî aslında Ahmed-i Hani’nin öğretisine mi dayanıyor.” gibi bir saçma ve istifhamî bir ifadeyle, kendi 45 yıllık yazarlık karizmasını çizdirtiyor. Yazık, hem de çok yazık! Ahmed-i Hanî’nin öğretisi bellidir ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de işlenilen konularla hiç bir alakası yoktur. Arzu ederlerse Kültür Bakanlığı’nın Kürtçe-Türkçe neşrettiği Mem û Zîn nüshasına bakabilir. 
Defaatle okuyan birisi olarak söylüyorum; Mem û Zîn destanında, yazar Ahmed-i Hanî, Allah ve Peygamber’e dair uzunca bir “övgü” girişi yaptıktan sonra, asıl hikâyeye, yani Mem ile Zin’in aşk serüvenine girişmiştir. Destan, muhteva olarak aşkı (mecazi-hakiki), iyiliği, doğruluğu, suçsuzluğu, zayıflığı, çaresizliği ve Allah’a sığınmayı Mem ve Zîn'in şahsında toplarken; kötülüğü, dalkavukluğu, fitneciliği ve ikiyüzlülüğü de Beko karakterinde somutlaştırır. Genel olarak ta Kürtçeyi küçümseyenlere ve Kürtlerin aşktan anlamadığını iddia edenlere Ahmed-i Hanî Hazretlerinin vermiş olduğu güzel bir cevap niteliğindedir. Bunu, okuyanlar bilebilir, duyanlar değil... 
Dilipak’ın, “Hafız Osman İlhami Karakurt, Mem û Zin’i tercüme ederken, aslında Mem û Zin’in bir aşk hikâyesi olmadığını, sırlar kitabı olduğunu, leduni bir derinliğe sahip bulunduğunu, keşiflerin satır aralarına gizlendiğini söylüyor.” cümlesinden hareketle, Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabını Mem û Zîn öğretisine –ki yukarıda yazılış maksadını ve muhtevasını belirttik– bağlaması da bir fecaat. Zira bu iddia, Hafız Osman İlhami Karakurt’a ait olup, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yle ilişkilendirmesi sözkonusu değildir. İlişkiyi kuran, Abdurrahman Bey’in kendisidir. “Kıyas-ı maalfarık” dediğimiz tam bir ilişkisizlik paradoksu... 
Abdurrahman Dilipak’ın, “Said Nursi’nin ders aldığı Ahmed-i Hanî’in, keşiflerini Mele-i Cezerî’den aldığı ifade edilmektedir.” cümlesi de zorlamalı ve yazarlığına yazık ettiren bir saptaması, daha doğrusu saplantısı... Bir sefer, Said-i Nursî’nin çocukluğunda Bazîd’de (Doğu Beyazıt) medresede okurken, bir süreliğine onun türbesine kapandığı ve hatta halk tarafından “Ahmed-i Hanî’nin feyzine mazhar olmuştur” denilmesine rağmen, Bediüzzaman’ın hiç bir eserinde Ahmed-i Hanî’den bir alıntıya rastlayamazsınız. Kürtçe alıntılarını da, daha çok Ahmed-i Cezerî ile Mela Ahmed-i Siirdî’den yapmıştır
Öte taraftan, Said-i Nursî (1877–1960), Ahmed-i Hanî (1650–1709) ve Cezerî (1570–1640) yılları arasında yaşamışlardır. Bu tarihlere rağmen, bunları birbirine talebe-hoca etmenin mantığını da yoktur. Dolayısıyla, “Ahmed-i Hani’in, keşiflerini Mele-i Cezeri’den aldığı ifade edilmektedir.” sözü boş bir iddiadır. Hangi keşiflerdir, Dilipak onu da belirtseydi ya! Demek, tamamen kafa karıştırmaya yönelik Abdurrahmanvarî bir hamle... ya da “At çamuru, tutmasa da iz bırakır” zihniyetini yansıtan bir karalama teşebbüsü... 
Dilipak’ın, Ahmed-i Cezerî için, “Aslen Cizreli Kürt âlim, mutasavvıf ve şâiridir. Ailesi Kürtlerin Buhtî aşiretindendir.” cümlesi de sorunludur. Şair ve mutasavvıf olduğu bir gerçek; ama Buhti aşiretinden değildir. Buhtî, Botan’ın farklı bir versiyonu olup, bir yöre adıdır. Botan çayı havzasının tamamı için bu ifade kullanılmaktadır; yoksa Ahmed-i cezerî’nin aşiretinin adı “Bextiyan/Bahtiyan”dır
Tekrar ediyorum; bu zatların yaşadıkları yıllar, kullandıkları dil, yoğunlaştıkları konular, ve hedef kitleleri birbirinden farklı ve ilişkisizdirler. Sır ve keşfiyatların peşine de düşmüş değillerdir. Risale-i Nur Külliyatı, Mem û Zîn ve Ahmed-i Cezerî’nin “Divan”ı ortadadır; bakılabilir, karşılaştırılabilirler. Buna rağmen, hududunu aşarak, bu zatları –nihayette– götürüp Muhyiddin-i Arabî’yle temas ettirmek ve Muhyiddin-i Arabî için de, “Arabî’nin fikirleri Kabbalanın şekillenmesinde etkili oldu.” demek, tam anlamıyla bir hürmetsizliktir. Kabbala gibi Siyonizm’in gizemli ve sofistike bir tarikatıyla bu zatları ve öğretilerini ilişkilendirmek, sadece haddini tecavüz ile izah edilebilir
Sayın Dilipak, 15 Ocak 2014 tarihli “3 koldan Saldırı” yazısında da –rahatlamamış olacak ki– aynı muhtevadaki hezeyanları yeniden döktürmüş. Ortalığın toz ve dumana büründüğü bu kavgalı ortamdan yararlanıp Cemaat ve başındaki şahsın üzerinden Said-i Nursî, Ahmed-i Hanî ve Cezerî’yi vurmaktan Sayın Dilipak ne haz duyuyor ve hangi maksada hizmet ediyor, anlayamadım. Tipik bir fırsatçılık gibi gelen bu sataşmalarını, bir zamanlar Merhum Ercüment Özkan icra ediyordu. Acaba diyorum, Sayın Dilipak bayrağı ondan devir mi almışlar? Allah’ın, “Hiç kimse bir başkasının günah yüküyle (mesuliyetiyle) sorumlu kılınamaz.”(İsra: 15) ayetine rağmen, bu cüretkârlığa pes doğrusu... 
Mesela Dilipak’ın şu paragrafını nasıl okumalı? Okuyun ve siz karar verin: “Said Nursi’nin bilgisini Ahmed-i Hanî’den aldığını biliyoruz. Ahmed-i Hanî’nin eserini şerh edenler, Cemaatin yorumunu reddediyorlar ve tam tersi şeyler söylüyorlar ve bunu da aynı zamanda Ahmed-i Hanî’nin referans gösterdiği Cezerî’nin divanına dayandırıyorlar.. Onun eserinin yorumu da çok farklı şeyler söylüyor.. Şunu söyleyeyim, bu iki yorumdan çıkan sonuç da bu işin sonucunun umudunuz, beklentileriniz istikametinde değil, korktuğunuz gibi olacağı.. 2014’de ilişkin yorum yapan bağımsız kâhinlerin yorumları da Evengalişhleri ve Kabbalistleri doğrulamıyor!” 
Allah aşkına, bu kafa karışıklığı, tam da “(O cinî ve insî şeytanlar) İnsanların kalplerine vesvese verirler” (Nas: 5) ayetine masaddakın bir ifadesi değil midir? Ve yine Allah aşkına, yaşlarını aldıkça daha bir kemalat beklediğimiz kimselerin bu ateh getirici ifadelerine bir Müslüman nasıl evet diyebilir? Senin kavgan Cemaatle ya da Fethullah Gülen’le ise, söyler misin, bu zatların bu işte methali ne? Ne istiyorsun bu müteveffa zatlardan? 
Sayın Dilipak, kendileriyle yaka-paça olduğu Cemaatin de, Hoca’nın da çok sayıda avukat ve savcısı vardır; amma zahir halde, gıybetlerini yaptığı ve karaladığı zatların herhangi bir avukat ve savcıları yoktur. Onlar kendilerini müdafaa edemezler. Ama unutmamalı ki onların sahibi Allah’tır ve savunmalar da O’na aittir. Benim bildiğim Dilipak, diline hâkim ve nezafet-nezahete dikkat eden bir şahsiyetti; ne oldu da dilini paklıktan nepaklığa tahvil eyledi? O ki, bir zamanlar katı Kemalist Toktamış Ateş’le bile güzel-güzel geçinirken, al gülüm-ver gülüm yaparken, milyonların kalbinde yer etmiş bu Müslüman âlimlerden ne istiyor; izahı var mı? Onlarla hiç mi bir ortak paydası yoktur? Bu kadar yıldır gerek şahsına, gerekse yazı ve kitaplarına hüsn-ü zan besleyen bizleri aleyhine sevketmesi kâr-ı akıl mıdır? 
Sözün özü; âlimler bütün ümmetin ortak değerleridir. Birilerinin onları referans gösterip kendi emellerine alet etmesi, onların değerine halel getirtmez. Bu dünyada alet edilemeyecek hiç bir değer yoktur; önemli olan ölçülerde hatta yapmamaktır. Malum ya, Bektaşi’ye sormuşlar: “Niçin namaz kılmıyorsun?” O demiş: “Kur’an’da, ‘Namaza yaklaşmayın’(Nisa: 43) ayeti vardır.” Tekrar sormuşlar: “Ayetin devamını da, okur musun?” Bu kez, (işine gelmediği için) “Ben hafız değilim!” demiş ve ayetin diğer yarısı olan “Sarhoş iken”(Nisa: 43) kısmını okumaktan imtina etmiştir. 
Demek, ayeti de alet etmek mümkün olabiliyor. En iyisi, Bektaşilik yapmamaktır! Yani ayeti doğru ve eksiksiz okumaktır. O halde gelin, öyle okuyalım: “Ey iman edenler! Sarhoş iken, namaza yaklaşmayın!” (Nisa: 43)
Allah akıl ve izan versin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 

Risale Haber

Most Reading

Tags

Sidebar One