ÜÇÜNCÜ VECİH: Adalet-i mahzayı ifade eden
11 sırrına göre, bir mü’minde bulunan
câni bir sıfat yüzünden, sair masum sıfatlarını mahkum etmek hükmünde olan adavet
ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin
fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adavetini teşmil
etmek, 2 siga-i mübalâğa ile gayet azim bir zulüm ettiğini,
hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini
haklı bulursun, "Benim
hakkım var" dersin?
Hakikat nazarında sebeb-i adavet ve şer olan fenalıklar, şer
ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikas etmemek gerektir.
Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan
iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikas etmek, şe’nidir. Ve
ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" 3sözü durub-u emsal
sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler
sevilir" sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin
bir adamın sevimli, masum bir kardeşine ve taallûkatına adavet etmek ne kadar
hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikat-bîn isen anlarsın.
DÖRDÜNCÜ VECİH: Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Vechin esası olarak birkaç düsturu dinle: |
Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin
vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat
"Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.
1
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin
hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat
her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her
doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti halis olmayan bir adam,
nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.
Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et,
onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i
nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet
etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet
et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adavet hasleti,
her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen,
fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen,
husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti
idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur...
2 hükmünce, mü’minin
şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leim bile
olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin"
desen iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması
çok vuku bulur. Öyle ise,
Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adavet, hem nefsine, hem
mü’min kardeşine, hem rahmet-i ilâhiyeye zulmeder,
tecavüz eder. Çünkü, kin ve
adavet ile nefsini bir azab-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı
ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adavet
hasedden gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, hased evvelâ hâsidi ezer,
mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ
anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet,
fanidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise,
zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi
riyakârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu riyakâr
zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve
nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i ilâhiyeye, onun hakkında ettiği
iyiliklerden küsüyor. Adeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden, başını örse
vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Acaba bir gün adavete değmeyen bir şeye bir
sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi
vicdana sığar? Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün
ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ,
kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rıza
ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefs ve şeytanın hissesini de ayırıp,
o adama adavet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet
edeceğini beklemek.Salisen, sen
kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de
ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk
hasmını mağlûp edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen,
zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve
buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya
değmeyen fani, zail, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî
dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırs ile ve daimî bir kinle,
mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, siga-i mübalâğa ile, bir zalûmiyettir
veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan
adavete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin.
Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikat-bîn olan Hafız-ı
Şirazî’yi dinle:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder